sayfayi hazirlayan kisi..Umarim bu sayfayi hazirlarken barazi asireti üyeleri bana yardimlarini esirgemezler simdididen her türlü yardima muhtacim lütfen yardimci olun barazi asireti üyeleri

11 Temmuz 2007 Çarşamba

barazi asireti

Kardeşlerin 500 yıl sonraki buluşması


Şoreş Reşi

Ertesi gün Xorasan Eyaletinin başkenti olan Meşhed kentine, kuyruğu yılan gibi sallanan bir uçakla uçtuk. Kuzeyinde dağlar, güneyinde ise 'Deşti Kevır' çölü uzanıyordu. Beş milyonluk şehrin nufusu, yazın, imam Rızanın (817 de öldürüldü) türbesini ziyarete gelenler nedeniyle daha da kalabalıklaşıyor ve dayanılmaz bir hava veriyordu. 45 dereceye varan sıcak, asfaltı eritecek derecede yumuşatıyor ve yansıyan hava insanın yüzünü ateş gibi yalıyordu. Bu şehirde 400 bin Kürdün yaşadığı söyleniyor ama nekadar doğru bilemiyorum. Sıkıcı şehir havasından bir an önce kendimi Kürtlerin yaşadığı dağlara, daha doğrusu Kürtlerin 'Kara Kutusuna' atmak istiyordum. Çünkü, burası dünyaya ve Kürtlere açılmayan bir kara kutudan farksızXorasan'ın anlamıDoğu Kürdistan'lı tarihçi Alan: " Kürtçe de Xor: güneş, -san: da yer belirttiğinden güneğin yeri anlamındadır" (1) diyor. Yöre Kürtleri de şöyle yorumluyor: " Xor= güneş, a-san= da hûlste, yani kalkış manasındadır. Güneşin kalktığı yer anlamına gelir" (2). Her iki yorumunda yakınlığı dikkat çekici. Babil dilinde Xorri 'mağara',Sümer diline göre de Xorri 'Dağlık Memleket' anlamına gelir. Bence, bunlara eklenilecek nokta; bu ismin bir de dinsel manasının olmasıdır.Yani Zerdüşt Peygamberle olan bağlantısıdır. Tarihçiler ve din üzerine araştırma yapanlar, Proto-Kürt olan Zerdüşt Peygamberin doğduğu, yaşadığı yer ve çağ konusunda hemfikir değiller. Hatta bazı kesimler üç tane Zerdüşt'ün ayrı zaman dilimlerinde yaşadığı fikrinde. Bununla ilgili olarak Dr. S. Bilgin şu bilgiyi aktarıyor:" İslami yazar Kazwini, müslümanların peygamberi olan Hz Muhammed'din bir hadisinde şöyle dediğini nakleder: ' Ermenistan ile Adarbaijan arasında Sabalan Dağı bulunur. Bu dağda bir peygamber gömülüdür. Bu dağın tepesinde uzun baharlar olur ve suları buz gibidir. Dağın yamaçlarındaki sıcak baharlar, halkı oraya çeker. Bu dağın tabanında yüce bir ağaç bulunur. Ağacın tabanında biten ottan dolayı hiç bir hayvan onun yakınından geçmek istemez. Yakınına geldiklerinde kaçmaya başlarlar. O nebatten yiyenler derhal ölürler. Adı geçen Sabalan dağını görmedim, ama benzer bir dağ/lar olan "Hezar Mecid" de olup bitenler çok ilgi çekici.Kavurucu sıcağın altında, baş başa vermiş dağların üzerlerinden ve aralarından dolana dolana, sıra dağlar olan Hezar Mecid'e öğlen vardık. Bu dağlar: Afganistan dan başlayan Sefid (Paropami) sıradağlarının bir devamı olarak İran ile Türkmenistan sınırından geçer. Hatta Hazar Denizinin güneyinden Palandöken Dağlarına kadar uzanabilir. İran'ın kuzeyindeki bu sıradağlara Hezar Mecid deniliyor; sanırım üç bin metreye yakın bir yükseklişi var. Bu dağın Kuzey Doğusunda bir duvar gibi Sistan dağları uzanır. Dağlar arasındaki avuç içi kadar olan birer düzlükte de Kürtler çadır kurmuş ve yaşam mücadelesi veriyor. Bu vahşi coğrafyanın doğusuna düşen Lain/Layin mıntıkasında geçen sene bir köyün tamamı sellere kapılarak yok olmuştu. Orada yaşayan aşiretlere Layini denilirken, güney kısmına da Reşi ve Bırıviler; batıya (Şaycan Dağı) da Qeremanlılar yerleşmiş.Halk arasında Hezar Mecid kutsal görülüyor. Her sene kurban götürüp orada kesiyorlar. Hastalarını oraya şifa; çocuğu olmayanlar çocuk için ve orayı ağlama duvarına döndürenlere fazlasıyla rastlanıyor. Devlette bilinçli olarak bunu teşvik ediyorÉ Halkın deyimi ile: "İmam Ali, Ruslara karşı savaşırken bu dağa gelip dinlenirmiş". Halbuki, İmam Ali'nin buraya geldiğini gösteren hiç bir tarihi kayıt ve delil bulunmuyor. Öyle ise bu kutsallık nereden kaynaklanmakta? Yukarıda aktardığımız öldürücü otun da burada bulunduğunu, yayıldığı alanın on hektarı geçmediğini ve Kürtçe isminin: "Axu" yani zehir anlamına geldiğini önemle belirtmem gerekir. Dağın etrafındaki kaynak sularında buz gibi olduğunu da yazarsam, Kazwini'nin aktarımı ile ne kadar çakıştığı görülecektir.Yaşlıların bu konudaki görüşleri de bayağı ilginç: Heci Baruyi (67) şöyle diyor: "Bu dağda bir evliya yaşarmış eskiden. "Kanıya Mıradan" (Murat Çeşmesi) dan su içermiş . Bu çeşmeye kim bir şey atar bir dilekte bulunursa, dileği yerine gelirmiş. Yazları burada hersene panayır olurmuş; Hındistan, Afganistan, Pakistan, Kurdistan'dan insanlar buraya gelirmişÉBu Axu sadece burada yetişir; hangi canlı yese hemen oracıkta ölür. Biz eskiden hamurla karıştrıp suya atardık, balıklar yiyince hepsi ölürdü ve bizde toplardık. İçini temizledikten sonra yerdikÉ"Hezar Mecid'in başında insanlar taşlardan çok büyük kuleler yapmışlar. Neredeyse her adım başında meterelerce yükseklikteki kuleler dikkat çekiyor. Oraya gelenlerden bunun manasını sordum. Bir kısmı: "Kutsal yer belli olsun"; bir kısmı:" Gelenek" diye yanıtladı. Ben bunların Sumer Zigurratları ile bir başlantısı olduğunu düşünüyorum. Bunun bir kanıtını Sümer yazıtlarında görmek mümkün: "Ev yapımında çok renkli taş kullanılırdı; en önemlisi de Mavi Zagina idi ki evlerin temeline ve heykellerin gözlerinde kullanılırdı. Bu taş güney Hazar Denizi ile Afganistan dan gelirdi. Bununla bağlantılı olarak Sümerlerin buradan geldiği sanılıyor.(6)" Genel olarak eldeki veriler ve yaşanan gelenekler gözönüne alındığında bu dağ/lar da Zerdüşt Peygamberin yaşadığı ve burada gömülü olduğu sonucu çıkabilir. Böyle değilse bile, Zerdüşt Peygamberin burada en azından yaşadığına dair kesin birşey iddia edilebilinir. Bunu S. Bilgin de şöyle yazıyor:" Zarathuştra dinini yaymak için gerekli ortamı ilk önceleri doğu İran da bulmuşÉ"(3). Böylece Xorasan isminin güneşle olan bağlantısı dahada fazla önem kazanıyor.Hezar Mecid'in eteklerindeki göçebe Seyidi (Milli) aşiretine bağlı obanın çadırlarında kaldık bir-kaç gece. Yataklarda donacak kadar hava soğudu. Her sabah güneş doğmadan kendimi dışarı atıyordum. Dışarısı daha sıcaktı. Bu dağlarda en çok yorulan kadınlar tek tek kalkmaya başlardı. Kimisi kuyudan su getirmeye, kimisi hayvanları yemlemeye, kimisi misafirler için çay demlemeye ve kimiside "Meşk" in hazırlıklarını yapıyordu. İlk defa görecektim. Heycanlandım ve film çekmek için izin aldıktan sonra işe koyuldum. Bir saate yakın süren bir uğraştan sonra kar beyazlığındaki yağ süzülerek bir tabağa konuldu. Bir avuç içi dolusu kadar da bir ekmek parçasının üzerine konularak bana uzatıldı. Oysa kokusu yetiyorduÉBirde burada yapılan başka tür bir yağdan bahsetmek gerekir: Bu yayıktan çıkarılan beyaz yaş büyük bir kapta kaynatılıyor. İyice sıvılaştıktan sonra soğumaya bırakılıyor. Soğuyunca bir kısmı sarı rengini alıyor ve Kürtçe deki adı: "Rune Zer" dir. Doktorların bunu ilaç yerine hastalarına tavsiye ettiklerini söylediler..Xorasan tarihiTürk tarihçileri ve Türk şövenistleri arasındaki kanıya göre Xorasan Türk yurdu ve oradan gelenler de Türk. Bu sav özelliklede bizim Kürt Alevileri arasında etkili oluyor ve bu insanlarımızın çoğu kendilerini Türk zannediyor. Bu kesinlikle yanlış bir anlayış. Xorasan'ın eski bir Kürt yurdu veya bir 'Arran-Ari' yurdu olduğunu söylemek mümkün. Bununla bağlantılı olarak Afganistan'ın eski isminin Aryana, MS 300 yılında Xorasan ve 1800 lerde de Afganistan olarak değiştiğini belirtmek gerekir.MÖ 4000 yılına ait dünya nüfusunun dağılım haritasına (4) baktığımızda Xorasan bölgesinde 200 bin kadar bir nüfüs dağılımı görülür. O zaman Kürdistan, Anadolu ve Mezopotomyadaki nüfüs oranı ise Hindistan ve Çin'den kat be kat fazla. Bu insan adacığının Türk olma ihtimali çok zayıf. Bunların Beluc, Afgan, İrani veya Kürt olması daha fazla ihtimal dahilinde. Hatta ülkesinden ve kabilesinden göçe zorlanmış olan Zerdüşt Peygamber ve onun inananları da olabilir. Bu savı " MÖ 3000 li yıllarda, şimdiki Hint ve İran halklarının ataları hala ortak bir yaşam sürdürüyorduÉ"(3) şeklindeki görüş de tasdikler niteliğinde. Yanlız ben, Hintlerin daha erken ayrıldığına inanıyorum." Zarathuşra aile kararıyla buradan sürgün edilmiş ve en sonunda kuzenleri olan Notarya ailesine sığınmak durumunda kalmıştır. Zarathuşra' nın tebliğ ettiği dinin en büyük destekçisi olan Viştaspa ailesi de Medya'nın Notarya mıntıkasından geri dönerek bu bölgeye yerleşti. Bu ailenin liderlerinden olan 'Tus i Nodaran' Tus şehrini kurdu." (3) Kürtlerin kurduğu bu şehrin ortasında kral veya kutsal rahiplerin içinde bulunduğu bir kale inşa edilmiş. Kalenin dört burcu hala ayakta. Kale duvarlarının etrafı su ile dolu olan bir hendek çeviriyor; şimdi yok tabi. Bu sudan sonra da, çok geniş bir alanı kaplayan ikinci bir sur çevrilmiş. Denildiğine göre bir tane daha sur varmış ama ben görmedim. Bugün, içine girilmesi yasak olan bu kaleye, orada bekçilik yapan bir Kürt'ün yardımı ile girdik. İçinde hala sır gibi duran epey bölüm var, ama en ilginç olanı: hapishane olarak bilineni ve gizli geçitti. Bence de hapishaneden çok, savaş anında kralın veya dini şahsiyetlerin saklandığı ve gerektiğinde gizli geçidi kullanarak kaçtığı bir bölüm idi. Burada da yaşlı emekçi beni şaşırttı. Bir oğlu üniversitede okuyormuş, çok bilinçli ve ulusal davadan haberi olan bir insandı. Her ne kadar bize güvenip görüşlerini açık açık söylemediysede, siyah bıyıklarının altındaki sıcak gülümsemeden kalbinin Apo için attığı belli oluyordu.Yaşamını Xorasan dağlarının yamaçlarında geçiren yaşlı Amca Xudeda (80) şunu anlatıyor: "Kürtler Xorasan'a beş bin yıl önce geldi. Bizim cedlerimiz böyle anlatırdı. Hezar Mecid Dağlarının doruklarında, Rudşan da, onların yaptığı evler, mağaralar ve yerleşim yerleri vardır."" Hazar Denizinin güneyindeki Hisar ve Turage tepelerindeki kazılardan MÖ 2000 yıllarına ait çıkan belgelerden Kürtlerin bu bölgede yerleşik olduğu anlaşılıyor (9)."Kürtlerin Xorasan'a gelişiKürtlerin Xorasan'a gelmeleri Arap, Asur ve Deniz kavimlerinin saldırıları döneminde yaşandı. Özellikle de Arapların Kürdistan'a ve Bereketli Hilal çevresine saldırmaları sonucu Kürtlerin belli bir kısmı, bugünkü Kuzeybatı Kürdistan'a geçmek zorunda kaldı.Hititler'in MÖ 1200 yılında Ege ve Akdeniz'den gelen deniz kavimleri tarafından yıkılmasından sonra da insanların dağlık bölgelere, özelikle de Xorasan'a gittiği öngörülüyor. Bugünkü Anadolu'da ve Kürdistan'ın batısında, Asur ve Deniz kavimlerinin arasında kalan Kürtler, Kafkaslar'a ve Xorasan'a gitti. Ben bunu, birinci göç olarak tanımlıyorum.M.Ö 843'ten kalma bir Asur tabletinde Kırmanşah sakinlerine Aryanlar denilmekte. Aryanlar buraya M.Ö 900'lerde Herat ve Meşhed Serans geçidinden gelmişler (5). İlk göçten bir kısmının tekrar döndüğü düşünebilinir. Med İmp. (MÖ 712- 550) döneminde de Kürtlerin burada olduğu biliniyor. Taberi, şunu aktarıyor: "Halife Ömer ile biri arasında şöyle bir diyalog geçer: Ömer: 'Keşke bizimle Xorasan arasında ateşten bir deniz olsaydı', der. Diğeri, bunun nedenini sorar. O da; 'Oradaki halk (Türk) bizim üzerimize geleceğine yöredeki halkın (Kürt) üzerine gider' (3)." der.Bu da Kürtlerin orada Müslümanlığın yayılmasından önce de yerleşik olduğunu gösterir. Buradaki Kürt ve Fars halkları, 720'ye kadar Araplara karşı direndi. Bu halklar Ömer ve Emeviler'den sınırsız bir zulüm gördü. Bu nedenle, özellikle de Kürtlerin bir kısmı Hindistan'a, bir kısmı da Sibirya içlerine kaçtı.İbn Xurdad, Xorasan'daki hükümdarların bir listesini verir ve onların ününden bahseder. "Xorasan prensi Baraz-Bandeh, Herat prensi Buşanc ve Badgise'dir. Bunlar "Barazan" ünvanını kullanıyordu." Bunun yorumlanması, üç şekilde olabilir:a- Bugünkü Kürtçe'de de Bırez=Sayın, hitaplarda özel isimlerden önce kullanılır.b- Berz= Büyük anlamında kullanılır.c- Berazi aşiretinden geliyor olabilirler, çünkü bölgede hala Berazi aşiretinin bir bölümü yaşıyor.Kürtlerin ve Farsların doğal korunma kalesi durumundaki Xorasan'ı, İslam orduları milyonlarca insanı katlettikten sonra alabildi. Çünkü Xorasan, Zerdüşt dininin, ilmin, müziğin ve felsefenin dünyaya yayıldığı önemli merkezlerden biriydi. İmam Ali dönemindeki bir isyanı Halid bin Kurra bastırır. Muaviye dönemindeki isyanı da ateş ve kanla Abdurrahman Bin Semure bastırdı.Eba Muslim XorasaniM.S. 715 yılında da Kuteybe Bin Muslim ortalığı kasıp kavurdu. Eba Muslim Xorasani de 745'te Xorasan'a gelir. Suriye'den geldiği için Arap olduğu iddia edilir, ama tarihi belgeler Eba'nın bir Azerbeycan Kürdü olduğunu bize gösteriyor. Bir de o dönem Suriye'nin önemli bir bölümünün Kürtlerin elinde olduğunu hatırlatmak gerekir. Eba M. Xorasani (M.S. 718-755), neredeyse Xorasan'ın ve oradaki Kürtlerin bir kahramanlık sembolü. Onun gücü ve cesareti oradaki insanların yüreğine işlenmiş. Bu Kürt kahramanı hakkında çok rivayet olduğunu hatırlatarak, Abbasi Şairi Ebu Delama'nın onun için yazdığını aktarmakla yetinelim:Ey Ebu Mucrim (Mêrkuj)!(Ey katil Eba)Te xwest îxanetê li Mansur bikî(Sen Mansur'a ihanet etmek istedin)Kalikên te Kurd jê xayin bûn(Senin Kürt ataların da hain idi)Te ez bi kuştine tirsandi didam(Sen, beni öldürmekle korkutuyordun)Lê, şerê mezin tu bi destên xweparçê kir(Ama, büyük savaş seni kendi ellerinleparçaladı)Eba'nın öncülüğündeki 24 Kürt aşireti Xorasan'dan Kerkük, Erbil ve Batı'ya doğru gelerek Emevi güçleriyle çarpıştı ve sonuçta Abbasiler'in iktidara gelmesi sağlandı. Abbasiler döneminde Kürtler sınırlı da olsa bir rahatlama dönemi yaşadı ve onlarca beylik meydana geldi. Ama Eba Muslim'in 754'te Ebu Cafer Mansuri tarafından katledilmesi üzerine, Xorasan'daki Kürtler yine ayaklandı ve güneye giden 24 aşiret Abbasiler'e karşı üç ay savaştı.Eba'nın intikamını almak için savaşan bu 24 aşiret yenilerek Mardin, Urfa, Malatya, Maraş ve Halep mıntıkasına çekilmek zorunda kalır. 1164 yılına kadar bu bölge ile Hama ve Humus arasında kalırlar. Bunların büyük bir çoğunluğu daha sonraları (1165) İç Anadolu bölgesine yerleşecektir.Xorasan'da kalanlar da milyonlarca kayıp verdikten sonra Abbasilerin eliyle Samsun-Canik'ten Adana'ya kadar olan bölgede Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki sınıra serpiştirilerek, İslamın kalkanı görevi verildi. Bunu, dönüş aşaması olarak adlandırabiliriz. Harun el-Reşit (786-809) döneminde Badıllı (125 aşiret), Şadi(18500 hane) ve Reşi (bu isim kesin değil, 75 aşiret) aşiret konfedarasyonları Kandahar, Mazenderan, Xorasan ve Secistan'dan getirilerek: Samsun-Canik ile Kayseri ve Adana-Sis arasında Bizanslılara karşı yerleştirildiTürkler, 1040 yılında Xorasan'a geldi. Rey şehrini tahrip ettikten sonra Kazvin'e geçtiler, ama orayı alamadılar. Ermenistan'a saldırdılar. Bu dönem, Kürt aşiretleri birleşerek Oğuzları yendi ve onları Azerbeycan'dan attı. Oğuzlar Xorasan'a dönerek Tuz şehrinden 100 bin, köylerden de 20 bin insan öldürdü; 150 bin kişi de esir alındı. Bu dönemde büyük bir Kürt nüfusunun Anadolu'ya geldiği biliniyor.Timur ilk olarak Xorasan'a geldiğinde, Tus şehrini yerle bir etti ve tarihi kaynaklar, Timur'un orada Kürtlerle karşılaştığını ve onların ayakta develeri yüklemelerine hayran kalarak, bu dev yapılı insanları emrine almak isteğini, aktarır.W. Ivanow: " 1245-1389 de Herat'ın güneyindeki dağlarda "Kürt" isimli bir hanedan vardı " (16) diyor. Böylece Xorasan'ın bir Kürt yurdu olduğuna dair verileri arttırmak mümkün.İkinci geziden sonra Meşhed'e döndük. Bir hafta sonra banyo ve ayna yüzü görüyorduk. Yüzüm yanmış, kızarmış ve kavlanmıştı, daha doğrusu yanmıştı. Ama hiç şikayetçi değildim. Bu koca şehirde fazla kalmak istemiyordum ve yol arkadaşımı (rehber) üçüncü hedefimize bir an önce razı etmek istiyordum. Xorasan Eyaleti'nin doğusunu tamamlamış, bu sefer de batı ve orta kesimlerine gidecektik.Eyaletin Kürt şehirleri doğudan batıya doğru şöyle sıralanır: Kelat, Çınaran, Deregez, Koçan, Şirvan, Bojnurd ve güneyde Sebzıvar ile Esferayn. Son ikisi hariç, diğer şehirlerin çoğunluğu Kürt. Bojnurd şehrinin 120 bin kadar nüfusu var ve bunun 100 bininin Kürt olduğu söylendi. Şadi aşiretinin kurduğu bir şehir. Bilindiği gibi bugün; Suriye, Batı Kürdistan, Konya, Kafkaslar'a dağılan bu aşiretler konfederasyonu, Xorasan Kürtlerinin de önemli bir bölümünü meydana getirir. Xorasan'da bu isim altında toplanmış 23 aşiret bulunuyor.Bunlar ne zaman ve nasıl buraya geldi? Bu konuda en büyük emek veren yazar Kelimullah Tewehhudi ile iki sene önceki sohbetimizde kendisi; "Kürtlerin Xorasan'a geliş tarihini kitaplarımda yanlış yazdım; kitapların yeni baskısında bunu düzelttim" diyordu. Bu sene kaç defa girişimde bulunduysak da kendisi ile görüşme olanağını bulamadım. Tabii beni çok üzen bir olayı da yazmadan edemiyorum. Evine gittiğimizde sıcak kanlı, misafirperver kızı bizi karşıladı. "Ben Kürtçe sadece, 'Zor spas' demesini bilirim" dedi. Biz Farsça konuştuk. Bu kadar emek vermiş bir yazarın çocuklarına Kürtçe öğretmemesini eleştirmemek elde değil. Böylece, orada kendisini: "Klasik çizgide, kendi popülaritesi için uğraşan biri..." olmakla suçlayan gençlerin düşünceleri üzerinde saatlerce düşündüm. Acı veriyorduÉKelimullah Tewehhudi, Kürtlerin 1628-30 arası Xorasan'a gittiğini yazıyor. Ama kendisi de yanıldığını kabul ediyor. Bilindiği üzere Kürtler, Osmanlılar ile Safeviler arasındaki çekişmelerden, savaşlardan çok çekti. Özellikle de 1500'lerden sonra bu mücadele, dini bir çekişmeye büründükçe kuzeyden güneye kadar aradaki Kürtler zarar gördü. Bu çalkantılı dönemin 1590 yılında Osmalılar ile Safeviler arasında bir anlaşma sağlandı. Buna göre Azerbeycan, Gurcîstan, Ermenistan, Şehrî Zur ile Lorıstan ve Hemedan Osmanlılara geçti. Bu dönemde genişleyen Osmanlı devletinin halk üzerindeki baskı ve sömürü politikası da şiddetlenmişti. Halk bir yandan göç etti, bir yandan da Celali isyanları başladı. Aynı zamanda Abbas da batıdaki Kürtleri Xorasan'a sürmeye başladı.Xorasan'a Kürtlerin birkaç defa gidip geldiğini yazmaya çalıştık. Ama bir daha dönmemek üzere olan gidişlerin ilki 1490-1500 yıllarında görülüyor. Bu dönem Qeremanlı aşireti, Kürt asıllı Şah İsmail'le gider. Qeremanlılar bugün de Xorasan'da çok kalabalık ve belki de en az asimile olanlar. Bir kısmı da hala göçebe. Büyük bir bölümü Aşxane İlçesi'nin dağlık kesimlerinde bulunan bu aşiretin yanına giderek insanlarıyla konuştuk. Şah İsmail'in bugün sürgünde yaşayan Kürtler üzerinde büyük bir dini tesiri olduğunu biliyoruz. Şah'ın ordusunun % 80'ini Kürtler oluşturuyorduİkinci büyük göç Şah Abbas( 1587-1628) döneminde gerçekleşir. Şah Abbas 1593'te Kürt ileri gelenleri ile bir toplantı yapar, iki devlet arasında sıkışan Kürtler-Çemişgezek Konfedarasyonu, Şah'ın oyununa gelerek Xwar-Weramin (Bugün Tahran'ın güney mahallleri) mıntıkasına gitmeye razı olurlar. Bu görüşmeyi B. Şucai 1597 yılında, bir sene sonra göçün ve 1601'de Xorasan'a gidişlerin olduğunu ileri sürüyor (18) . Safeviler döneminde yaşanan Özbek ve Türkmen akınlarını durdurmak için Kürtler kalkan olarak düşünülmüş. Bunda gerçekten de başarılı olmuşlar, çünkü Kürtler bütün yabancı akınları durdurarak püskürtmüşler. Oraya da yerleşerek bu bölgenin İran topraklarında kalmasını sağlamışlar.Kürtlerin Xorasan'da kurduğu ilk şehir Şirvan. Bu ismin Anavatan'dan götürüldüğüne şüphe yok. Daha sonra 55 km daha doğuya giderek Xabûşan (Bugünkü Qoçan) şehrini kurdular. Şadi konfedarasyonu da Bojnurd şehrini kurarak yerleşir. Bojnurd'da Şadilerin kurduğu bir saray var. İsmi: "Neynıkxane" dir, yani aynalı oda deniliyor ve tam bir devlet sarayı gibi. Şu an müzeye çevrilmiş bir hali var, ama Kürtlerin medeniyete katkısını, zerafet, beceri ve devlet kültürünü burada görmek mümkün. Olanağı olanların burayı mutlaka görmesi gerek. İçinde hükümet kararlarının alındığı, misafirlerin ağırlandığı ve her beyin resminin asılı olduğu odanın her tarafı ayna. Ortasındaki bir camekanda kadınların takılarından tut, süslenme-roj eşyalarına kadar bir sürü tarihi eser var. Bu binanın yakınında da eski bir Şadi hastanesi var. Tamiri yapılıyordu; bir görevliden izin alarak içeri girdik. Çıkışta, yeni hastahanenin müdürü tarafından sorguya çekildik: kimdik, niçin gelmiştik, kimden izin almıştık, isim ve adreslerimiz vs. polis sorgusundan beterdi.Güzelim Şirvan, Qoçan, Bojnurd, Aşxane ve diğer şehirleri gezerken, gözlerim hep bir Kürt Beyi'nin veya kahramanın heykelini aradı. Ama nerede? Bu kadar nankörlük hiçbir kitaba sığmaz; varlıklarını borçlu oldukları Kürtlerden bir iz bırakmamak için ellerinden ne geldiyse yapıyorlar...Şirvan'a bağlı 'Palıken Jorin' köyünden Eli isimli bir şahısla tanıştık. Bana Apo'nun durumunu ve ne zaman bırakılacağını sordu. Ben yanıt vermeye çalışırken, kendisi fikrini gözlerinin içi gülerek şöyle anlatıyordu: "Ben diyorum buradan 20 tane genç oraya gidelim, gerekirse ölürüz de, ama Başkanı nasıl yalnız bırakabilirizÉ" Buna yürekten inandığını gördüm.Xorasan'da 110-120 aşiret bulunuyor. Buradaki en büyük aşiretler: Şadi, Keyvan, Qereçorlu, Qereman, Milan, Celali, Şexemiri, Laini, Zaxuri, Sevıka, Badılli, Topkan, Omeri (Emari) ve Reşi.Xorasan'ın kıraç dağlarında yaşayan: LawinlerSabah Meşhed'den yönümüzü Kelat'a/Kelata Nadır vererek yola çıktık. Kuzeye doğru ilerlerdikçe dağlar yükseliyordu. Kıraç dağların arasındaki alanlarda Kürtler yaşıyordu. Bazı köylerin tamamen boşaldığını gördüm. Belli ki kuraklığın sonucu. Bazılarında da çok az insan vardı. Bu bölgedeki insanların ilk göze çarpan özelliği kadınların kırmızı Kürt giysileriyle dolaşmalarıydı. Diğer bölgelerde sadece düğünlerde, bayramlarda veya yaylaya giderken giyilen milli kıyafetler burada günlük olarak kullanılıyordu. Bir de, kırmızı renk çok belirgin ve giysiler diğer bölgelere göre daha uzun.Bölgede yaşayan aşiretlerin ismi Lain-i olarak geçiyor. Bunların ülkedeki bağlantıları kimler olabilir düşüncesiyle halka bu aşiretin başka isminin olup olmadığını sordum. Ama hep 'Lain' yanıtını aldım. Buradaki Kürtler'i diğer alanlardakilerden ayıran dilsel fark ise sadece buradakilerin hepsi için giştık; diğer bölgedekilerin ise kulli kelimesini kullanması idi.Ekrem İzi'nin aktardığına göre, Adıyaman'ın Sincik İlçesine bağlı Lain (Bugünkü Alacık Köyü) bölgesine ait Osmanlı belgelerinde kayıtlara rastlanmakta. "1519'da Lain'de beş hane, bir bekar var; 1524 de 7 hane; 1530 11 hane, 1 bekar; 1547 de 12 hane 2 bekar" (11) Bu iki bölgenin birbiriyle bir bağlantısı olduğu kesin Yavuz Selim'in katliamlarından kaçan halkın bu ismi kendisiyle götürdüğü düşünülebilinir.Kürt Dağı çevresindeki Kürtler tarafından söylenen "Yar Meyro Meyremine" de şöyle bir kıta geçer:"Yarî Meyro MeyreminêDevi dostê, dilî çirûkêBi min re xayînêDosta kekê Evdîlwehîde LawînêNîşandarê mertînê
Burada geçen E. Lawine'nin Lain olduğuna inanıyorum. Eski ismin Lawin olduğu ve bunun değişerek Lain/layin'e dönüştüğü ihtimali de kuvvetli. Hatta daha da derine gidersek: "Adıyaman'da, Ari olan Luwiler MÖ 857 de Kummuh devletini kurdu ve bu devlat Asurlarla savaşıyordu" bilgisi ile beraber bunun aynı kaynaktan gelen bir isim olduğu kuvvetli bir ihtimal.Lain köylerini gezerken dikkatimi dağların tepesindeki su izleri çekti. Bu kadar yüksek olan dağların tepesine kadar suyun çıkması ve orada iz bırakması inanılacak bir durum değil! Dünya yüzeyinden zaten yüksek olan Xorasan'da daha da yüksek olan Lain veya Hezar Mecit sıradağlarının tepesindeki suların izini yerlilere sordum, ama bir yanıt alamadım. Nuh Tufanı'nı düşündüm, acaba burada mı oldu, diye. Sonunda Herodot'un yazdıkları aklıma geldi: "Asya'da bir ova var. Her yanı bir dağla çevrilmiş ve dağın beş boğazı var; bu ova eskiden Khorasanlılar'ındı; Hyrkanialılar'ın, Parthialılar'ın, Sarangialılar'ın ve Thamanaeililer'in ülkelerine sınır düşüyordu, ama şimdi buraları İranlılarındır ve büyük kralın (Dariyus-ben) mülküdür. Dağdan Akes adındaki ırmak çıkar, beş kola ayrılır ve bu ülkelerin topraklarını sulardı. Kral bu boğazları kapattı ve suyu ovaya saldı. Komşu ülkeler susuz kalınca gelip yalvardılar. O da haraç alarak suyu veriyorduLain Kürtleri çok sempatik, sıcak kanlı ve misafirperver. Yaşlıların başında sarı renkli sarıklar var. Bunların eskiden Kürdistan ve İç Anadolu'daki Kürtler tarafından da kullanıldığını hatırladım. Buradaki insanların 100-120 yıl yaşadığını da çok duydum.Lain Köyleri, Hezar Mecid dağlarına kadar uzanan vadinin iki tarafına serpilmiş. Vadinin iki tarafı da çok yüksek dağlarla çevrili, tepelerinde mağaralar var ve bunların hayvan barınağı olarak kullanıldığını gördüm. Köyler bu dağların arasındaki ufak düzlüklerde kurulmuş. Vadinin içindeki düzlüklere de pirinç ekilmiş, meyve ağaçları ve başlar bulunuyor. Halkın geçim kaynağı bunlar ve hayvancılık. Bu köylerden biri olan Lain'de öğle yemeği yedik. En çok bulunan yemek ise pirinç pilavı ve et. Bu seferki et bir dağ keçisine aitti. Lezzetine diyecek yoktu, ama bu güzel hayvanların soyunun tüketilmesine de insan acıyorduXorasan'da 2 milyon Kürt yaşıyorTewehhudi: "Kürtler Xorasan'a geldiklerinde 45 bin aile veya 225 bin nüfusları vardı" diyor. Bazı kaynaklarda bu, 15-50 bin aile ve 1.900.000 nüfus olarak geçer. Benim gözlemlerime göre nüfusun 1.5-2 milyon arası olduğu daha gerçekçi.Xorasan'a gelişten sonra, özellikle de savaşlarda ve Nadir Şah (1688-1747) zamanında Kürtler çok büyük zararlar gördü. Bugün buradaki Kürtlerin sayılarını belirten herhangi bir resmi belge yok. Yazarlar: bunun birbuçuk ile iki milyon arası; gençler de üç milyon Kürdün yaşadığı kanısında. Bugün 1600 köyün de Kürt olduğu biliniyor.DilXorasan Kürtlerinin yüzde 95'i Kurmanci konuşuyor. Çok az bir bölümünü Lori ve Hewramanice'yi konuşuyor. Ama konuşulan dilin Farsça'nın çok etkisinde kaldığı bir gerçek. Bu konu üzerine araştırmalarda bulunan Eli Mehru, Xorasan Kürtçesi'nin % 40'ının yabancı dillerin etkisinde kaldığını ve topladığı 30.000 kelimenin 4-5 bininin de Türkçe olduğunu söylüyor. Tabi ki Xorasan'da konşulan dille, İç Anadolu'da konuşulan dilin birbirine çok yakın olduğunu belirtmek gerekir.
SÜMER RAHIP DEVLETINDEN HALK CUMHURIYETINE

Mart-2002 Yıl: 21 Sayı: 243
[ Baş Sayfa Başliklar Arşiv E-mail ]

[ Bir önceki Bir sonraki ]
Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine doğru APO KİMLİĞİ KLANDAN HALK OLMAYA DOĞRUAbdullah Öcalan kimliğinin bir taslağını çizmek, olguyu en yoğun biçimde yaşayan kişi olarak, benim için bir görev olmaktadır. Böyle bir çizim aynı zamanda tarih, sosyoloji, biyografi ve sanat çalışması yapanlar için konuyla ilgili önemli bir belge boşluğunu gidermiş olacaktır. Ayrıca teorik ve pratik bir kurum olarak geniş bir çevreyi somut olarak ilgilendirmesi ve birçok toplumsal gelişmeyi etkilemesi, doğru tanımlanmasını daha da önemli kılmaktadır. Hakkında yazılmış ve yazılacak olan, söylenmiş ve söylenecek olan birçok değerlendirmeyi aydınlatmak açısından da yararlı olacaktır. Konunun bilimsel ve edebi boyutlarıyla işlenmesi de şüphesiz gerekmekte ve her geçen gün önemi artmaktadır. Bireyde tarih ve bir halkın bu denli yoğunlaşması pek az yaşandığı gibi, bir bireyin de bu denli bir yalnızlık yürüyüşü ile bir tarihi ve halkı yoğurması ve yürütmesi az görülmüştür. Aydınlatılması gereken birçok husus olduğu, her geçen gün daha çok fark edilmektedir. Hem dost ve yoldaş çevresinde, hem de muarızların duygu ve düşüncelerinde uyanan soru işaretlerine ve yaşamlarında ortaya çıkan değişikliklere doğru yorumlar getirmek de doğru bir kimlik tanımlanmasını hayati kılmaktadır. Daha da önemlisi, doğru tanımlayamamak, yol açtığı muazzam trajedilere daha büyüklerini gereksiz olarak eklemek tehlikesini taşımaktadır. Yine konunun çok geniş bir istismarcı çevresi de oluşmuş bulunmaktadır. Doğru tanımlanmama, bunların oyunlarını ve çıkarlarını daha rahat sürdürmelerine katkıda bulunacaktır. Bunlar gibi birçok gerekçe AİHM savunmasını daha canlı kılmaya da yarayacaktır. Bu da kimlik yazımını gerekli kılmaktadır. Avrupa uygarlığı karşısında bir Ortadoğu kalıntısının ne anlama geldiğini yansıtması açısından da hayli düşündürücü olacaktır. 1- Doğal doğuş, klan kültürünün dağılışı ve uygarlık ormanına GİRİŞDoğal çevre ve tarihsel gelişimin birey kişiliğinin oluşumunda belirleyici rol oynadığı bilimsel bir tespittir. Tanımlanma düzeyinde çevre ve tarihsel çerçeve hakkında özlü bazı belirlemeler yapılabilir. Doğduğum çevre Orta Torosların Mezopotamya ovasıyla batıdan birleştiği, vadilerle parçalanmış ve hafif tepelikleri olan bir plato görünümündedir. Fırat nehrinin kuzeyinden akıp güneye sert bir kavis yaptığı kıvrımın beş kilometre yakınında kurulan Ömerli (Amara) köyü doğup büyüdüğüm çevredir. İklim gecikmiş bir Akdeniz iklimidir. Tarihte Verimli Hilal olarak adlandırılan bölgenin ortasındadır. Bütün bitki ve hayvan kültürlerine elverişlilik arz etmektedir. Neolitik toplumun geliştiği en temel bölgelerden biri olduğu, halen güçlü neolitik özelliklerin yaşanmasından anlaşılmaktadır. Yörenin yakınlarında güçlü olan feodal ve daha sonra gelişen kapitalist özellikler, doğuş bölgemde pek etkili olamamışlardır. Neolitik köy toplumunun varlığını güçlü bir biçimde sürdürmesi dikkate değer bir durumdur. Bu alanın Sümer uygarlığının ilk kolonileştirme çabalarına güçlü bir biçimde uğradığı anlaşılmaktadır. Güneyde Sümerlerin en temel kolonilerinden olan Kargamış, doğuda Urfa-Bilecik, kuzeyde Samsat ve batıda Pere şehirlerinin tam ortasına düşmektedir. Komagene Krallığı'nın da merkezi bölgesidir. M.Ö 2000'lerde uygarlıkla tanıştığı kesindir. Daha önceki neolitik toplumun muhtemelen doğuşundan günümüze kadar gelen on beş bin yıllık ömrünü yaşaması da güçlü bir olasılıktır. Asur, Med, Pers, Sasani, Helen, Komagene, Roma, Bizans, Arap-İslam ve Osmanlı-Türk uygarlığına tanık olmuştur. Alandaki tarihin diğer önemli bir özelliği, çeşitli etnik topluluk ve kavimlerin adeta geçit kapısı niteliğinde olmasıdır. Saf bir etnik topluluk ve kavim yoktur. Hepsinin karışımından bir mozaiğin halen süren güçlü izleri hakimdir. Alanda ilk yerleşim sahiplerinin Hurri ismiyle adlandırılan Aryen kökenli etnik topluluklar olduğu tarihsel, arkeolojik ve etimolojik verilerden anlaşılmaktadır. Bugünkü Kürtlerin dil yapılarıyla Hurri dil yapısı arasındaki benzerlik de bu gerçeği doğrulamaktadır. Bilindiği gibi, Hurriler Sümerlilerin kuzey bölgelerindeki yüksek dağlık ve tepelik alanlarda yaşayan halka verdikleri genel bir adlandırmadır. Yine Sümerler bazen de 'dağlı halk' anlamında bu yöredeki topluluklara Kurti demektedirler. 'Kur' dağı, 'ti' eki ise aidiyeti ifade edip, dağlı anlamına gelmektedir. Güneyde ise bölgeye sık sık sızan diğer bir etnik topluluk olan Sami kökenli Amoritler yaşamaktadır. Ammar adı bu kültür geleneğinden etkilenmiş olabilir. Daha sonra Araplarla beslenen bu topluluklar, Saad İbni Ebu Vakkas komutasında İslamiyet'i bölgeye taşımışlardır. Halen insanlar ve köylerin birçok ismi Arap-İslam kökenlidir. Geleneksel Hurri-Amorit çekişmesinin bölgede de oldukça eski tarihlere kadar uzanması mümkün görülmektedir. Asurilerden kalma birçok kalıntı halen bölgede durmaktadır. Yazılı birçok kaya bulunmaktadır. Bölgenin tanışık olduğu diğer etnik gruplardan Luviler ve Ermeniler önem taşımaktadır. Grekler tarafından M.Ö 1000'lerden başlayıp, M.S 1000'lere kadar devam eden eritme süreci boyunca, Luvilerin bölgede etkili bir etnik topluluk olması kesindir. Halen köy anlamına gelen 'Gond' kelimesi Lurice'dir ve 'tepelik' anlamına gelmektedir. Sümerler yerleşim alanları olan bu tepelik kısımlara 'Ur' derken, Luviler 'Gond' demektedirler. Anadolu'nun en eski bir halkı olup, daha çok Güney ve Güneydoğu Anadolu'da yerleşmişlerdir. Kültürleri ve dilleri Aryen kökenlidir. Ermenilerin de bölgenin eski halklarından olduğu kalan kültürel kalıntılardan anlaşılmaktadır. Komşu köy olan ve ilkokulu beş yıl her gün gidip gelerek okuduğum Cibin (Saylakkaya) köyü cumhuriyet yıllarına kadar bir Ermeni köyüdür. İdari kazamız olan Halfeti (Rumkale) adının, madencilikle uğraşan ve adına Hal-Pau denilen bir halktan türemesi güçlü bir olasılıktır. Bu halkın da (çocukken bile demircilik başta olmak üzere madencilikle uğraşanların daha çok Ermeniler olmasına bizzat tanık olmamdan da anladığım kadarıyla) Ermenilerin atalarından olması olasılık dahilindedir. Bölgenin madencilik ustalığı Ermenilere hastır. M.S 2. yüzyıldan itibaren Türkmen boylarının da bölgeye aktığı görülmektedir. Doğuda Kürtlerin ezici hakimiyeti olduğundan, Türkmenler daha çok Fırat'ın batısından gelip sızmaya çalışmışlardır. Bu gerçekliğin ışığında köyümüzün bir etnik çevre haritasını çizersem, ortada Ammar (Ömerli) Kürt, batıda Fırat kıyısında Ayno (Ayn, Arapça 'Pınar' demektir; önemli bir pınar olmaktadır), Türkmen'dir. Kuzeyde Bazur, Derto, Golgan (Nahiye merkezi Büyük Göklü) Kürt'tür. Doğuda Arah (Ortayol), Türkmen'dir. Güneyde Aram, Türkmen'dir. Arah ve Aram isimlerinin Asur-Amorit kökenli olması ihtimal dahilindedir. Güneyde Cibin (Saylakkaya) yakın geçmişte Ermeni, cumhuriyetle birlikte Türkleşmiş bir Ermeni köy kalıntısıdır. Tam bir etnik-kültürel mozaik ortamında bulunmaktayız. Üç dört temel Ortadoğu etnik-kültürel grubu çevremizde adeta en yoğun kaynaşmayı yaşamış gibidir. Sami, Amorit, Asur ve Arap etkileri sürekli güneyden, Ermeniler zanaatkar ve demirci-madenci bir halk olarak kuzeyden gelmişlerdir. Türk-Türkmenler en son gelen başka bir etnik-kültürel grup olmuştur. Kürtler ise, neolitik devrimi ve kültürü yaratan etnik boyların en temel ve en güçlü sürdürücüleri olarak bölgede merkezi bir rol oynamışlardır. Tarım ve hayvancılık asıl uğraşılarıdır. Araplar-Amoritler ticaret, Ermeniler madencilik Türkmenler ise göçebelik ve savaşçılık peşinde koşup durmuşlardır.Alanın bu özelliği, bir kavme mensup tek bir kültürün hakimiyetine izin vermemekte, tarihin en eski dönemlerinden beri kültürel çoğulculuğun hoşgörüyle yaşanmasını zorunlu kılmaktadır. İnanç yönünden de Hıristiyanlıkla Müslümanlığın en eski dönemlerden beri iç içe yaşadığı bir bölgedir. Dolayısıyla etnik, kültürel ve inançsal çoğulculuğun en eski bir bölgesi unvanını taşımaktadır. Etnik toplumlar arasında geçişler yoğundur. Evlilikler yapılabilmektedir. Bu durum güçlü bir sınıfsal baskı düzeninin neden kurulamadığını da açıklamaktadır. Tek bir toplumun egemen olamaması, her toplumdan etnik grupların varolması ve kendi iç yapılarını korumaları, güçlü neolitik köy özellikleri; köleci ve bir feodal tarzın, güçlü bir devlet veya beyliğin bölgeye damgasını vurmasını engellemektedir. Bölge köy toplumu, klan-kabile düzeyini aşmamış özgür köylü ailelerine yakın bir toplumsal düzeni binlerce yıldır korumaya çalışmaktadır. Çünkü beylerin olduğu hiç hatırlanmamaktadır. Sümerlerden beri Birecik-Halfeti-Samsat köylerinde, merkezi despotizme bağlı sınırlı bir gücü olan koloni bürokrasisi bulunmaktadır. Bu bürokrasi bölge halklarının kültürüne yabancı olup, adeta aralarında kalın bir duvar örülmüş gibidir. Bu özellik halen devam etmektedir. Bürokrasinin kolonici niteliği yerel anlamda bir sınıflaşmayı önlemiş, yerel bir bürokrasinin oluşumuna imkan vermemiştir. Dolayısıyla güçlü bir sınıf kültüründen bahsedilemez. Hakim kültür daha çok özgür köylülüğün aile kültürüdür. Güçlü bir aşiret kültürü bile yaşanmamaktadır. Kapitalist kültür yeni gelişmektedir. Bu gerçeklik alana özgü bir durumdur. Neolitik tarım kültürünün güçlü izlerinin bulunması, eşitlik duygularının ve kadının tam ezilmemiş bir konumu halen yaşamasının da önemli bir nedenidir. Kısaca doğduğum çevrenin doğal ve tarihsel özelliklerini bu çerçevede tanımlayabilirim. Çocuğun kimlik kazanmasını daha yakından belirleyen bir etken ailedir; ailenin de içinde yer aldığı köy toplumudur. Çizilen çerçeveden de anlaşılacağı gibi, köy toplumumuz binlerce yıl öncesinin neolitik kültürünün etkisi altında feodal İslamiyet'in inançlarını pek anlamadan yaşamaktadır. Aralarında sınıf farkı olmayan, kendilerini idare etmeye yetmeyecek kadar az mülkü bulunan, dışarıya işçi ve ırgatçılık yapan yoksul karakterli ailelerden oluşmaktadır. Eskiden olsa bile aşiretçilik aşılmış; akrabalık ve aile bağları kabile olmaya bile yetmeyecek kadar zayıflamıştır. Gelişen kapitalist ilişkiler karşısında yoksul emekçiler konumuna gelmişlerdir. Cumhuriyetin bürokratik yapılanmasına da yabancıdırlar. Sınırlı bir okuma oranına sahiptirler. Cumhuriyet kültürünün pek farkında değiller. Denilebilir ki, neolitik toplum da dahil, köleci, feodal ve kapitalist toplumun etkilerini hep dışardan alıp diyalektik bir dönüşümden geçirmeden, "başa gelen çekilir, kader" anlayışıyla derinliğine bir pasifizmi yaşamışlardır. Tüm kültürlerin onlar için bir anlam ifade etmesi zordur. Bir nevi altta kalan fosil tabakaları gibi donuklaşmışlardır. Zihnen ve ruhen kendilerinden herhangi bir yaratıcılık beklenemez. Buna 'zamanın dışında kalma' da diyebiliriz. Genelde Doğu toplumlarının M.S 1000'lerden beri yaşadığı tutuculuk ve içe kapanma özellikleri geçerlidir. Mitolojik anlamda bile anılarını yitirmiş, inandıkları Tanrı'nın hangi ihtiyaçlarını karşıladığının hiç farkında olmayan, marjinal toplum olarak dibe vurmuş bir durumu yaşamakta ve paylaşmaktadırlar. Kapitalist sistemin hiçbir devrimci aşamasına katılmamış olmaları, marjinal durumu daha da daraltmaktadır. Köy toplumu kendini zorbela ancak fiziki olarak üretebilmekte, ideolojik olarak ise zihinsel ve ruhsal yabancılaşmayı en derinlikte yaşamaktadır. Yaşamın ciddi bir toplumsal, siyasal ve ideolojik hedefi bulunmamaktadır. Kurtarıcılık, ahiret düşüncesi bile anlamını yitirmektedir. Ancak küçük memur olma ve Avrupa'da işçilik, sınırlı umutlar yaratabilmektedir. Kötülükleri olmayan, ama hayırları da pek bulunmayan edilgen bir insan gerçekliğiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Her şey silik, anlamını yitirmiş, çaresizliği bir kader bilen, yaratıcılıktan uzak bir dünyanın üstü açık hapishanesinde kendini tutsak yapmış bir yaşamın mahkumu gibidir. Bu gerçekliği paylaşan bir aileden gelmekteyim. Fakat toplumsal genlerin de olabileceğine dair bazı kavramlarla düşündüğümde, ailenin daha yakın incelenmesi gerektiğini fark ettim. Klan veya hanedan kökenli olduğuna dair pek veri yoktur. İkisi ortası bir familya, soylu aile olma ihtimali var. Kürtçe 'Mala Ocê' denmektedir. 'Mal'ı, familya anlamında kullanabiliriz, 'Ocê' bilinen en eski atamız olmaktadır. Öcalan soyadının bu ataya dayanarak verildiği kanısındayım. Ocê'nin Hüseyin ve Abdullah adlı iki çocuğuna dayalı aileler oluşmaktadır. Babam Abdullah'ın oğlu oluyor, adı Ömer'dir. Benim adım dede Abdullah'tan kalmadır. Dedemin hem çok bilge olduğu, hem de gençliğinde en önde gelen atlı süvari olduğu çokça söylenen özellikleridir. Babamın silik, ama kesin inançlarına bağlı, dürüst, namuslu, hiç kimseye kötülük düşünmeyen bir karakterde olduğuna ben de tanık oldum. Sanki koşulları olsaydı, bu özellikleriyle tarihi çıkışlara katılmaktan çekinmeyecek biri gibi geldi bana. Aslında arifti. Beni tanımada ileri düzeydeydi. İş yapmamın çok temiz ve tarzımın fethedici olduğunu Ğhalen hatırımdadırĞ bir fıstık ağacı altında söylerken, güçsüzlüğün derin acısını çekerdi. En unutamadığım anımı belirtsem yerinde olur. Kadastro memuru olarak Diyarbakır'da bulunurken, kendisini vilayetin duvarı üstünde buldum. Bir kavun kesip yediğimizde memnuniyetini belirtti. Bu haline üzülmüştüm. Emekle kazanmak en çok önem verdiği husustu. Bize kızdığında haklı olarak yaptığı beddua şuydu: "Ekmek tavşan, siz de tazı olup peşine düşesiniz." Ekmek kavgasını kavratmak istiyordu. Ama o anlayış gücümüz yoktu. Bana "Ben ölürsem gözlerinden bir damla yaş gelmez" derken de arif konuşuyordu ve doğru söylemişti. Ailenin diğer konuda daha çok soyluluk sevdası egemendi. Çok eskiden Osmanlılar döneminde Osman Paşa adlı bir bürokratın da aileden çıktığı söylenirdi. İsmet İmset benim biyografime ilişkin yaptığı çalışmada, sanıyorum, Genelkurmay araştırmalarına dayanarak benzer sonuçlara ulaşmıştı. Ailenin Kürtlere yönelik Türkmen ve Arap boylarının saldırılarına karşı öncülük yapma ihtimali yüksektir. Bölgeyi güneyden gelen Arap boylarıyla, batıdan gelen Türkmen boylarına karşı savundukları, kendilerinden kalma geniş arazilerden de anlaşılmaktadır. Çok önceden bir bütün oldukları Berazi Aşireti'nin en batı kolu olan Beskilerden geldiklerini, onların en batıdaki militan ailesini teşkil ettiklerini belirlemek mümkündür. Berazilerin bir bölümünün Süleymaniye yakınlarında, İran ve Irak sınırlarında yaşadığı bilinmektedir. Benim yaşadığım dönemde aşiret bağları tamamen unutulmuştu. Genel bir ad olarak her aile kendisine 'Kurmanc' derdi. 'Kurmanclık' aşiretten kopmuş, halklaşma sürecine giren Kürdü ifade etmektedir. Yaygın olarak Kurmanclaşma, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılda gelişmektedir. Bu da Kürtler için yoğun bir halklaşma anlamına gelmektedir. Tüm aşiret ve kabile dışı kalan ailelere Kurmanc denildiğini göz önüne aldığımızda, feodal etkinin kırılmasına, özgür köylü ve kır emekçilerinin (ortakçı, yarıcı) ortaya çıkmasına tekabül eden bu süreç önemli bir Kürt dinamiğidir. Kendim bu dinamikten geldiğim gibi, PKK de esas olarak Kürtleri ilgilendirdiği anlamıyla bir Kurmanc hareketidir. Sosyo-ekonomik temeli ağırlıklı olarak Kurmanc'dır. Kurmanc, halklaşma sürecindeki Kürdü ifade etmektedir. Kabile ve aşiret duyguları silinmekte; zayıf ve kendiliğinden de olsa, bir kavim ve halk bilinci bunun yerini doldurmaktadır. Aşiret bilincine göre daha ileri bir sosyal ve milli bilinç biçimine dönüşümü ifade etmektedir. PKK'nin gerek önderlik, gerekse temel kadro yapısındaki bu orijinallik, kendini diğer tüm Kürt önder ve örgütlenmelerinden ayırt eden sosyal temeli teşkil etmektedir. Ana tarafımız daha karmaşıktır. Babamın anası Besey, Halfeti'nin güneyinde Birecik etrafından Arap mıntıkalarına kadar yayılan çok dövüşken Gedikan aşiretinin Şabikan kolundandır. 'Kendi kendine ölmeye murdar (haram, pis ölüm)' demektedirler. Diğer dedem Hamit ise Arah Türkmen köyünden Havva ile evlenmekte olup, anam Uveyş ondan doğmaktadır. Havva ve Uveyş ailede de etkili, güçlü kadını temsil etmektedir. Kendilerini kesinlikle koca-erkekten aşağı kabul etmezlerdi. Denilebilir ki, kadın-erkek çelişkisinden kaynaklanan bir sosyal mücadeleyi en ilkel biçimiyle yaşamaktaydılar. Kurulan denge bir egemenlik biçiminde değildi, bir uzlaşmayı andırıyordu. Ama her an bir çatışma tohumunu içinde barındırıyordu. Ailemizin başka tür kökenli kadınlarla da evliliklerinin olmasının, aralarında bir yakınlık ve uzlaşma sağlama ihtiyacına ve anlayışına dayandığı açıktır. Geleneksel kavgaya son vermenin bir yolu da kız alıp vermedir. Bu yöntemin oldukça kullanıldığı anlaşılmaktadır. Soyun son umudu misyonu da, belki farkına varmadan bana yüklenilmiştir. Aile kabuğunu acımasızca parçalarken, aslında on beş bin yıllık bir tarih mirasını zorladığımı sonradan fark edecektim. Ana ve babanın büyük üzüntü ve gözyaşlarının anlamını onlar öldükten çok sonra kavrayacaktım. Fakat her devrimin bir de acımasız yönü vardı. Devrim iradesinin bazı acıların farkında olmaması, adeta doğası gibidir. Tek teselli bulduğum husus, tüm bu yönlü ana ve babaların çocuklarının yeniyi doğururken hiç de geçmişlerine ihanet etmediklerini, tam tersine ona sahiplik etmenin en zor, en acılı, ama en onurlu yolunu tercih ettiklerini görmek olacaktır. Bu yüzden onlar mezarlarında rahat uyuyabilirlerdi.Daha doğar doğmaz ve kendimi tanır tanımaz, kendimi aile ve köy devriminin ortasında buldum. Bağlanacağım ne aşiret, ne de sınıfsal ve ulusal amaçlar vardı. Din bile sadece Arapça ezberlemeyle tatmin edici olmaktan uzaktı. Aileyi güçlü bir biçimde yeniden üretmenin koşulları bulunmuyordu. Yükselme duygusunu tatmin edecek hiçbir şey ortalıkta yoktu. Okulu, beni yutacak bir canavar olarak algıladığımı halen hatırlarım. Şehri de beni yutacak, güç getirilemeyecek bir olgu olarak görürdüm. Köy cemaatleri de hiç umut vermiyordu. Dedikodu, fitne fesat karargahları olmaktan öteye bir fonksiyonları yoktu. Bu dönemde gözlerim hep kırsalda olacaktı. Hatta anam benim üzerimde üç kapıyı kapatıp üçer sefer yarı boğup bayılttıktan sonra bile, uyanır uyanmaz yıldırım hızıyla kapıya vurur, dışarı fırlar, kırlara kadar uzanırdım. Fırıl fırıl dolaşırdım. Belli ki bir şeyler arıyorum. Sonradan kıyaslayacağım birçok peygambersel, filozofça çıkışların bu tür yalnızlık yürüyüşlerine ihtiyacı vardı. Güncelliğin sığlığından kurtulmak ve yeniye doğru yoğunlaşmak, bu yöntemle daha çok mümkün olmaktaydı. Ailenin tüm önemli kurallarına zıt kesilmiştim. Geleneklerine, namus anlayışlarına kuşkuyla bakmam ve çiğnemem giderek artacaktı. İlk çocukluk arkadaşlarımdan Şehit Hasan Bindal'la bir kır gezintisinden gizli döndüğümü gören nenem Havva kıyamet koparmıştı. Çünkü Hasan düşmanın çocuğuydu. Buna cesaret etmem korkunç bir suçtu. Halen hatırlarım. Anamın karşısına dikilip, "Üveyş, senin bu oğlun namussuz çıktı" deyişini hiç unutamam. Bu öfkeye rağmen, düşmanın çocuğuyla birlik olmak benim için gün geçtikçe bir tutkuya dönüşecekti. Akraba çocuklarından kaçarken, düşman diye tabir edilen ailelerin çocuklarıyla ilişki ve birlik aramam benim için bir eğilim haline gelmişti. Aslında ilk doğal ideolojik ve siyasal örgütlenmemi bu yolla geliştirdiğimi daha sonra iyi anlayacaktım. Yeni toplum projelerimin ilk ilkesi böyle doğmaktaydı. Aile ve köy toplumunun ilkesel ve pratik reddi sürekli gelişiyordu. Yeni yaşam tarzımı oyunlarımda deniyordum. Oyunlar benim için gerçek, aile ve köyün gerçekleri ise kurtulmam gereken ayak bağlarıydı. Bu nedenle kendimi fark eder etmez, çocuk gruplarımı olağanüstü bir çabayla yaratmaya çalışacaktım. İlkesi, oyun ve beceriklilikti. Kim en çok benimle oynarsa ve kazanma gücü gösterirse, o çocuk örgütümüzün en değerli üyesiydi. Dost düşman ayrımı yapmadığım, bu konuda son derece ilkeli hareket ettiğim, Şehit Hasan Bindal olayında çok belirgindir. Bu konuda ikinci ilkem, cins ayrımını da yapmamamdı. Oyunlarda yeteneklerini fark ettiğim kızlar halen aklımdadır. Bazen aylarca peşlerinde dolanıp oyuna çekmeye çalışırdım. Bu konuda canlı bir anı, Hasan'ın amca kızı Elif'le ilgilidir. Sonradan duyduğumda anısını şöyle nakletmiştir: "Gelin olduğum günlerde usulca eve yaklaşıp halen oyuna davet ediyordu." Bu doğruydu. Hele bu yaşlarda yetenekli kızların evlendirilmesini hiç kabullenemiyordum. O yaşlarda bile, kadınların zeki ve güzel olanlarıyla özgün bir ilişkim olduğunu hatırlarım. Bana göre zeki olan güzeldi. Güzel olan zeki olmalıydı. Bu eğilimimi fark eden kadınların daha o dönemlerde gruplar halinde beni dinlemeye, karşılamaya geldiklerini de hatırlarım. Köyün akıl hocalarını dinlerdim. Köy İmamı Müslüm'ün, o yaşlarda sürekli arkasında namazdaki duruşumu fark ederek, "Bu hızla gidersen, evliyalar gibi uçarsın" deyişi aklımdadır. Din önemli bir gelenekti. Ama giderek kuşkulu bir kişilik oluşturmamın önemli bir etkeniydi. Tanrı üzerinde zaman zaman buhrana varacak düzeyde dururdum. Ancak bu savunmamdaki çözümlemelerde bu kavramı köklü olarak çözümleyebildiğimi söyleyebilirim. Çocukları örgütlü tutmanın bir yolu, kendi başıma namaza kaldırmaktı. Kendi kendimi imam yapmamın ilginç olduğunu belirtmek gerekir. Kavga yerine, yetenekleri açığa çıkaran oyun düzenlerine çok daha meraklıydım. İlkokula gitmem karışık duygular içinde gerçekleşti. Okulu endişeli bir ruh haliyle karşıladım; ama yükselmenin de tek yolunun buradan geçtiğini fark etmiştim. Girdiğim ilk günden üniversitenin son sınıfına kadar hep dikkat çektim. İlk sıralarda bir başarı düzeni hep geçerli oldu. Fakat köy yaşamı da dahil, kişiliğimin o günlerden beri içine girdiği bir ikilem, karakterimin ayrılmaz bir parçasıdır. Köyün, ailenin, devletin ve genel toplumun statüsüne görünüşte ilk sıralarda uyum sağlayan, hatta bunu örnek düzeyde gerçekleştiren özelliğimle, dipte asıl inandığım ve yaşam bulmasına çalıştığım mistik özelliğim tam bir çelişki halindeydi. Daha sonra fark ettiğim kadarıyla bu evrensel bir çelişkiydi. Kendimi resmi, gayri resmi toplumun gibi gösterirken de bu çelişki geçerlidir. Birey-toplum çelişkisinde aynı durum geçerli olmuştur. Resmi din-mistik din çelişkisi de bu gerçeklikten kaynaklanır. Benim için farklı olan, bu ikilemin yoğun, sürekli ve giderek farklı iki yaşam bakış açısına dönüşmesiydi. Bu çelişki kişiliğimin büyük tereddütler, endişeler ve kuşkular içinde gelişmesine yol açmıştır.İlkokula her gün yayan gidip geldiğim Cibin eski Ermeni köyüydü. Cumhuriyetle tanışmıştı. Cumhuriyet etkilerini yansıtan bir ailesi gözdeydi. Bu gerçeği iyi fark ettim. Kürtlük duygusu o sıralarda bir bilinçaltı durumundaydı. Önümde yükselmem konusunda en temel engeli teşkil edeceğini fark etmiştim. 'Kuyruklu Kürt' sözlerini duyar gibiydim. Şovenizmin rahatsız edici sözleri yavaş yavaş geliyordu. Bu engeli, öğretmenlerim ve Cibin halkının gözdesi olarak başarıyla aştığımı belirtmeliyim. Tüm engellemelere rağmen, daha o yaşlarda Türkçe konuşan köylerle kurduğum örnek ilişkiler kardeşliğin en iyi örneklerindendir. Bu köyler halen ağırlıklı olarak dost kalmışlardır. Faşist şovenliğe düşmediler. Hatta Kürt köylerinden daha ilgili bir yaklaşımları söz konusu olmuştur. Köy toplumunda ve ilkokul döneminde, 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi üzerimde iz bırakmıştır. İlk ciddi siyasi ilgim bu olay dolayısıyla gelişti. Temel güç kaynağının ordu olduğunu fark ettim. Menderes'in idam edilişini karamsarlıkla karşıladım. Ama 27 Mayıs'a tepkim de yoktu. O dönem ilkokul arkadaşım Aziz'e Ğhalen hatırladığım büyük dardağan ağacının üstündeĞ şöyle bir öneride bulunduğumu hatırlıyorum: "Sen kara kuvvetleri komutanlığını oyna, ben de hava kuvvetlerini; bu yolla daha iyisini gerçekleştirmeye çalışalım." Yaklaşımın bu özelliği, devrimci özellik olarak daha sonraki gelişmemde hep etkili olacaktır. Güç ve değişim birer tutku etkeni olarak yakamı bırakmıyordu. Köyde kaldığım müddetçe iyi bir tarımcı ve hayvanları dost gibi gören bir yaklaşımın sahibiydim. Ekim işlerini ve biçmeyi bir ibadet gibi karşılardım. Hayvanlara bakmak bir zevk işiydi. Onların iyi otluk alanlarda beslenmesi mutluluk verirdi. Ağaç bakımını tutkuyla yapardım. Bağların yeşermesi ve bozumu başlı başına bir kutsallık taşırdı. Gıdalar, üzüm ve ağaç ürünleri kutsal nimetten sayılırdı. Ekmeğin artığını hiç atmamak, hele buğday ekmeğini yemek bir ayrıcalıktı. Açık ki, neolitik kültürün derin etkisini yaşıyordum.

Etiketler:

8 Yorum:

Blogger beritan dedi ki...

bırayemın bende baraziliyim diger kardeslerişmle tanısmayı çok isterim msn : beritan_n@hotmail.com

30 Eylül 2008 11:09

 
Anonymous Adsız dedi ki...

sılav u rez jı tere heval beritan.ez ji berazime dıxwazım te bınasım.

11 Şubat 2009 16:45

 
Anonymous Adsız dedi ki...

kardeşler bende berazi aşiretindednim.dedelerim yaklaşık 100 yıl önce suruçtan gelmiş.şuan siirtteyim.

15 Şubat 2009 17:23

 
Anonymous Adsız dedi ki...

ßende ßarazi Yim Ancak Asıret cok genıs arazılere sahıp bı araya gelmemız ımkansız gıbı gozukuyor...
Asıretın bıldıgım kadarıyla bulundugu bolgeler ;)

Surıye, İran, Irak, Türkiye, Arabıstan yarım adası Bn buralarda oldugnu bılıyorum Daha varsada bılemıyecegım xD

17 Ağustos 2009 01:17

 
Anonymous Adsız dedi ki...

merhaba kardeşlerim ben de baraziliyim.. tanışmayı çok isterim..

12 Eylül 2009 05:39

 
Blogger dr.miray dedi ki...

slaw gellek brexan.ben berazi aşiretinin elaydin kolundanım.suruç bırçhamam köyündeniz.suriye kobanide teyzelerim ,kuzenlerim var.aşiret reisimiz xelil bozan(xırçoye şahin beg'in torunu)cesaretli,mert,savaşçı oldukları bilinir.kurtuluş savaşında mücadele vermiş.mebusan meclisinde görev almışlar.xelil beg'den duyduğuma göre erzurum karayazı,şırnak bedirxanlar,antep (araban)soydaşlarımız varmış.görüşelim.tarihimize sahip çıkalım.benim öğrenmek istediğim abdullah öcalan berazi aşiretindenmi?m.barzani ile bir akrabalık söz konusu mu?

9 Kasım 2009 03:06

 
Anonymous Adsız dedi ki...

sılav û riz jı we hemuyanra ezjî ji eşira didan im.
serokatiye gelle kurd ne ji eşira berzaniye le bele eşira serokati ji pır ne giringe em dibijin serokati ye gelli kurd. ew pır fereh e

26 Aralık 2010 11:02

 
Anonymous dostun_yoluna@hotmail.com dedi ki...

Slm heval è hèjan ben de berazi aşiretindenim. Suruç un xirabeyîr (çiftekemer) köyünden oturuyorum. Bizim aşiret hakkında çok araştırma yapmışım. Aşireti miz hakkında çok kitap elimde var. Tanışmak veya merak ettiğiniz bir şey varsa sorabilir siniz. Numaram 05466691390

17 Şubat 2011 01:51

 

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa